“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”
(Ahzab Suresi- 56)
“Kim bana bir salâvat getirirse Allah Teala bu yüzden o kimseye on misli mağfiret eder.”
(Müslim, Salât, 70)
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”
(Ahzab Suresi- 56)
“Kim bana bir salâvat getirirse Allah Teala bu yüzden o kimseye on misli mağfiret eder.”
(Müslim, Salât, 70)
Tasavvuf ve manevi terbiyeden kaçanlar, meşhur bir sözle uyarılırlar: “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” Büyük veli Beyazid-i Bistamî (K.S.)’ye ait bu söz, doğrusu hassas bir konuya işaret ediyor. Öyle ya; eğer bu ifade dinî bir delile dayanıyorsa, gerçek bir mürşidin talebesi olmayan herkesin durumu yeniden gözden geçirilmeye muhtaç….
Eğer bir tecrübe ve gözleme dayanıyorsa, tecrübe bir ilimdir, ve bir hakikat payı aranması gerekir. Bu sık kullanılan ifade, “bir mürşidin elinden tutanlar şeytanın elinden kurtulmuş mu oldular? Biz öyle şeyhleri gördük ki, şeytanı hiç aratmıyorlar! Hem iyi de olsa şeyh bir peygamber mi ki, ona uymayanlar iflâh olmasın? Biz Kur’an ve Sünnet’ten başkasına uymayız” itirazıyla karşılanagelmiştir.
Bu meselenin iç yüzünü incelemek için şüphesiz en doğru yol, konuyu yanılmaz iki şahidin, yani Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine göre ele almak…
Önce şunu belirtelim ki tasavvuf ehli, mürşid deyince gerçekten kendisine uyulmaya layık bir Allah dostunu kasdederler.
Gerçek mürşid alimdir, ariftir, takva ve edebte zirvedir, nur ve feyiz sahibidir. Ayrıca insan terbiyesinde ehliyetli ve irşad işinde izinlidir. Hz. Peygamber (A.S.)’in vârisidir. Çünkü kendisi terbiye olmamış bir kimsenin başkasını terbiye edemeyeceği açıktır.
İkinci olarak, mürşid deyince tek bir insan değil, o insanının etrafında toplanmış, gönlünü ve yönünü Allah’a çevirmiş bir cemaat akla gelmelidir.
Çünkü gerçek mürşid, takva yolunda bir imamdır ve kendisine uyanlar için emin bir rehberdir. Böyle bir mürşidin elinden tutan kimse, aynı zamanda birçok mümin kardeşiyle Allah yolunda el
ele tutmuş demektir. Şeytana karşı bu ne büyük bir kuvvet ve ne sağlam bir siperdir!
Kâmil mürşidden kaçmak, böyle bir cematten uzaklaşmak ve dini yalnız başına yaşamaya çalışmak demektir. Bu ise ne kadar zevksiz bir iş ve desteksiz bir gidiştir! Tasavvuf, topluca tevbe etmek,
birlikte zikretmek, şeytanlara karşı birleşmek, hak için birbirini desteklemek ve cemaat halinde Allah yolunda yürümektir.
Kur’an’ın ve Rasulullah’ın uyarıları
“Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözü, Hz. Kur’an’a aykırı değildir; aksine birçok ayet tarafından desteklenmektedir. Çünkü, tek başına kalan bir kimesenin insan ve cin şeytanlarına yem olacağına Kur’an’daki pek çok ayet işaret etmektedir.
Allahu Tealâ, kendi yolunda topluca hareket etmemizi emrediyor. Parçalanmayı, dağılmayı, tek başına kalmayı yasaklıyor (Al-i İmran/102-103).
Bunun, düşmanlar karşısında zayıflık ve mağlubiyet sebebi olacağını belirtiyor (Enfal/46).
Cenab-ı Hak hepimizi gerçek takvaya çağırıyor ve bunun için sadık kullarla beraber olmamızı istiyor (Tevbe/119).
Allah’ın zikrinden kaçanların şeytanın kucağına düştüğünü de Kur’an-ı Kerim şöyle ifade ediyor:
“Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden gafil kalırsa, biz ona bir şeytan musallat ederiz; o şeytan ondan hiç ayrılmaz. Bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf/36-37)
“Rehberi olmayanın, tek başına kalanın rehberi şeytandır” sözü, bir çok hadis-i şerifin ortak manasını da ifade etmektedir. Şöyle ki, Rasulullah (A.S.) Efendimiz, şeytanın insan kurdu olduğunu, herkese pusu kurduğunu ve cemaattan ayrılan, tek başına kalan kimseyi kolayca yuttuğunu haber veriyor. İşte Rahmet Peygamberi’nin uyarıları:
“Şeytan insan kurdudur; sürüden ayrılan, tek başına kalan koyunu dağdaki kurt nasıl kaparsa, cemaatten ayrılan kimseyi de şeytan öylece kapar.” (Ahmed, Tabaranî)
“Sizin cemaat halinde bulunmanız gerekir. Ayrılıktan, tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. O, (Allah için beraber olan) iki kişiden uzak durur.” (Tirmizî, Ahmed, Hakim)
“Şüphesiz Allahu Tealâ, ümmetimi sapık fikir ve fitne üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet ve desteği) cemaatin üzerindedir. Kim cemaattan ayrılırsa ateşe düşer.” (Tirmizî, Tabaranî)
Bu mealdeki hadislerin ortak manası ve uyarısı şudur: Dini tek başına yaşamaya kalkmayın. Allah yolunda birlik olun, alimlere uyun, takva üzere giden cemaata sımsıkı yapışın. Tek başına kalanın kalbini şeytan sarar, yolundan alıkoyar ve kolayca zarara sokar. Bu düşmana karşı birlik kalesine girin, Allah sevgisini siper edinin ve ölene kadar böyle gidin. Emniyetiniz budur. Şu halde “başında bir rehberi olmayanın rehberi şeytandır” sözü Kur’an ve Sünnet’e aykırı değildir.
Tecrübeler de onu desteklemektedir. Bir üstada gitmeden, alim bir rehberi bulunmadan, peygamberlerden başka kâmil olan kimse yoktur. Maddi sanat ve fenlerde de durum aynıdır. Başında bir usta olmadan hiçbir çırak, kolay kolay usta olamaz. Arifler demişlerdir ki: “Kendi başına büyüyen ağaç yaprak açar, fakat meyve vermez. Verse de meyvesi yenmez. Bir edeb ehlini görmeyen gerçek edeb nedir bilmez. Bildikleri de kendisine yetmez.”
Kur’an ve Sünnet’i rehberle yaşamak
Bazıları, “Biz Kur’an ve sünnete uyduktan sonra niye sapıtalım ki? Bizim emniyetimiz mürşide değil, Kur’an ve Sünnet’e uymaktır. Mürşide ve müridlerine lazım olan da bu değil mi?” diye soruyorlar.
Evet, hepimiz içimiz ve dışımızla ilahi hükümlere uymakla mükellefiz. Kâmil mürşidlerin bundan başka bir hedefi yoktur. Bütün mesele, her durumda Kur’an ve Sünnet çizgisinde giden Allah adamı olabilmektir. Buna ihsan makamında kulluk denir. Acaba bunun en güzel yolu nedir? Sadece okumak mı, yoksa yolu bilene uymak mı? Mesafesi uzun, engelleri çok, tehlikeleri fazla, her yanı gizli düşmanlarla çevrili bir yolu, sadece tarifle mi gitmek emniyetlidir, yoksa yolu bilen bir rehberle mi?
Bu yol, insanın benliğini aşıp hakikatına ulaşma yoludur. Bu yoldaki en büyük engel insanın nefsidir. Bu yol, Alemlerin Rabbi’ne gerçekten kul olma yoludur. Onun etrafı düşmanlarla
doludur. Yalnız gidilmez, yol çok uzundur.
Şeytandan yakayı sıyırmak mümkün mü?
Kur’an-ı Hakim bildiriyor ki, şeytan, ölene kadar hiç kimseden elini çekmez, ümidini kesmez, Bunun için yemini vardır (Sa’d/80-83).
O peygamberlere bile hile yapmak ister, ancak Allah’ın nuru onu engeller (Hac/52).
Kâmil mürşidler şeytanın baş düşmanıdır; onlara yanaşmak ister, karşısında yine ilahi nuru bulur; siner, kaçar. Çünkü, onlar Alemlerin Rabbi’ne teslim olmuşlardır. O da onları özel himayesine almıştır (Nahl/99, İsra/65).
Şeytanın şerrinden peygamberler ve veliler ancak Allah’ın yardımıyla emin oldular. Yolu bir kere Mekke’ye, beş defa tekkeye uğrayan bir müslüman ondan kurtulduğunu nasıl düşünebilir?
Mürid, Allah’a yönelen kimse demektir. Şeytan en fazla bu kimselerle uğraşır. Bunun için her yolu dener. En iyi yaptığı iş vesvese vermektir. Açıkça günaha sokamadığı müridi, yaptığı hayırlı amelleri ile azdırmaya çalışır. Ancak, mürşidine ve cemaatine bağlı sadık bir müridin bir tane şeytanı varsa, binlerce dostu ve yardımcısı mevcuttur. Onların bereketiyle hastalığını anlar, ilacına koşar. Ancak, kalbini değil cebini düşünen, din değil dünya derdine düşen, niyeti sakat olduğu halde sadık görünen kimseler, şeytanın maskarası, müslümanların yüzkarasıdır. Bunlar mürşid değil şeytandır, mürid değil, münafıktır. Ve onlar bizim konumuz dışındadır. Tek başına hakikatı arayan kimse yorulur, çoğu zaman şeytanın oyuncağı olur. Şeytan bu insana açıktan günah işletemez ise, yaptığı hayırlara yönelir. Bu yolla mümini zarara sokmaya çalışır, bunu da genelde başarır. Şeytan ilim sahiplerine daha çok gizli günahları işletir. Onu gösteriş, kin, kibir, hased, gaflet, eşyaya aşırı muhabbet, makam hırsı, kendini beğenme, ameli ile övünme, insanları küçük görme gibi tesbiti güç, tedavisi zor günahlara daldırır. Başında bir mürşidi, çevresinde kendisini uyaracak kardeşleri olmayan kimse, asıl halini anlamadan ve bir çaresine bakamadan ölür gider. Sonuçta insan ağlar, şeytan güler.
Dr.Dilaver Selvi
Rabbimiz, Hz. Adem Aleyhisselam’dan Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’e kadar, insanlığın salah ve kurtuluşu, dünya ve ahiret saadeti için din göndermiş, emir ve yasaklarını bildirmiştir. Neleri yapıp neleri yapmamamızı bildiren, dosdoğru bir hayatın yolunu gösteren din, Efendimiz s.a.v.’in risaletinde kemale erdirilmiştir.
Müslümanlar da bu dine kâmilen uymakla mükelleftirler. İç ve dış bütün hayatını dinin sınırları içinde, onun koyduğu hükümler doğrultusunda tanzim etmedikçe, bütün varlığı ile inanarak, benimseyerek ve severek uygulamadıkça bir müslüman kâmil bir mümin olamaz. Kâmil bir mümin olmak, ancak maddî-manevî, zahirî-batınî, iç ve dış insanın bütün yönleriyle dinin ahkâmına bağlı olmasıyla mümkündür.
Hayatın görünen yüzüyle [zâhirle] fıkıh ilmi, iç alemimizle de [bâtınla] tasavvuf ilmi ilgilenmektedir. Bütün İslâmî ilimlerde olduğu gibi fıkıh ve tasavvufun da kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Tasavvuf, nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah’tan gayrı her şeyden [mâsivadan] ve ahirete hiçbir faydası olmayan söz, hayal ve düşüncelerden [havâtırdan] korumanın, nefsi kötülüklerden arındırmanın yollarını gösteren, Kur’an ve Sünnet ışığında eğitim yapan manevi bir ilim ve terbiye okuludur.
Tasavvufî yaşantısı olmayan, kalbini kontrol edemeyen, kalbî amellere önem vermeyenlerin İslâm’ın güzelliğini hissederek yaşaması, Allah’a yakın [mukarreb] kullardan olması imkansız derecesinde zordur.
İnsanoğlunun halifetullah sıfatıyla mukaddes emaneti taşıma çerçevesinde aslî ve değişmez gayesi, Hak bilgisini [marifetullahı] elde etmek, ibadet ve itaatle kul olmaktır. Kâinat bu ulvî gayenin gereği olarak insanın hizmetine verilmiştir. İnsanın hakiki haysiyet ve şerefinin muhafazası da bu gayede ısrar etmesine bağlıdır.
İnsan, akıl, ilim ve hikmetin aydınlığında kaldığı müddetçe bu gayeyi anlamakta güçlük çekmez. Kaldı ki Rabbimiz, Rahim sıfatının bir tecellisi olarak insan aklına yol göstermek ve insanın Bezm-i Elest’te Rabbine verdiği sözü hatırlatmak için peygamberler göndermiştir. Mucizelerle desteklenmiş olan peygamberler, beşeriyeti ilim, hikmet ve marifet nuruyla doldurmuş, sırat-ı müstakimde, dünyevî ve uhrevî saadet yolunda dosdoğru rehberler olmuşlardır.
Öyle ki, ibretle tefekkür eden insan, naklî [nakledilmiş, rivayet edilmiş] delil ve bilgilerin bir güneş, aklın ise bu güneş sayesinde görebilen bir göz hükmünde olduğunu anlar. Hayır ve şerrin karışık olduğu ve şerrin içinde hayrı bulup çıkarmak gibi hassas bir vazife ile mükellef olduğumuz bu imtihan dünyasında, rehbersiz akılla sapkınlığa düşmemek için, nakil güneşiyle aydınlanan “Tevhid” gerçeğini görmeye azami gayreti göstermeliyiz. Dışa dönük beş duyumuz ve içe dönük hafıza, idrak, hatırlama, hayal ve vehim gibi beş batinî hassamızla naklin emrinde olmalıyız. Ki böylece gaye yolunda emniyetli ve sağlam adımlarla yürüyebilelim.
Nakillerden, rivayet edilmiş bilgilerden açıkça anlaşılacağı gibi insanın değişmez üç aslî vazifesi vardır. Bunlar:
• İnsanın kendini bilmesi
• İnsanın Rabbini bilmesi
• Rabbi ile kendisi arasındaki münasebet ve muameleleri bilmesi ve hayatını buna göre tanzim edip düzenlemesi.
İnsanın kendini bilmesi, gayesini yani Rabbini bilmesi yolunda bir anahtar ve ilk adım hükmündedir. Çünkü Rabbü’l-Alemin’in bütün kudret ve sanatının incelikleri insanda mevcuttur. Bu sanatın inceliklerini tanıyan, sanatkârın vasıflarındaki mükemmelliği, mahareti ve harikulâdeliği anlar ve hayranlığını gizleyemez. İnsan, cismanî ve ruhanî yapısı ve donanımıyla Yüce Rabbimiz’in kudretine, birliğine, vasıflarına ve sonsuz maharetine en büyük delil ve alamettir.
Hem insanoğlu kendini bilmekle nefsini ve sıfatlarını tanıyacak, felakete sürükleyen veya saadete götüren halleri anlayacaktır. Böylece felaket sebeplerini terk edip, saadet sebeplerine yapışacak… Bu imtihan aleminde gaye olan Hakk’ı tanıma ve O’na yakınlık [kurbiyet] kazanma yolunda kalbî yolculuğun inceliklerine vakıf olacak ve büyük cihadın, yani nefsle mücahedenin ne kadar ciddi bir hadise olduğuna muttali olacaktır.
Kendini bilip de bu yolla Rabbini bilen insan, Rabbi ile kendisi arasındaki münasebetlerin ve muamelelerin keyfiyetini de naklî delilleri esas almak suretiyle öğrenir. Bildiği ile amel eder ve gayesi istikametinde ebedi saadete doğru yol alır.
Kul, Rabbini kendi kusurlu anlayışı ile değil, Rabbimizin haber verdiği biçimde eksiksiz olarak, şanına layık sıfatlarıyla tanımalı ve Rabbini tanıma yolundaki engelleri bir bir tespit ederek bunları bertaraf etme yolunu öğrenip tatbik etmelidir.
İşte bu iki asılda toplanan bir tek gayeyi gerçekleştirmek için, nübüvvet güneşinden ışık alan velayet yıldızı hükmünde olan ariflerin, evliyaullahın, Habib-i Kibriya s.a.v.’in hakiki vârislerinin gittiği bir yol, takip ettiği bir usul vardır. Bu yol, Hakk’a ulaşmak isteyenlerin, dinini takva ve azimet yoluyla yaşayanların yoludur. Bu tasavvuf yolu sözden ziyade hale önem veren, kalıptan ziyade kalbe önem veren bir yoldur.
Cenab-ı Hak “O gün ne mal ne evlat fayda verir. Ancak tertemiz [selim] bir kalple Allah’a gelenler [kurtulur].” [Şuara, 88-89] buyurarak, bütün kötülüklerden arındırılmış, tevhid nuru ile aydınlanmış bir kalbe sahip olunması gerektiğine, ebedi saadetin ancak bununla mümkün olabileceğine işaret etmektedir.
Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır. O salâh bulursa bütün vücut salâh bulur. O fesada uğrarsa bütün vücut fesada uğrar. Dikkat edin o [et parçası] kalptir.” [Buharî]
Ruh beden için ne mana ifade ediyorsa, zahiri ibadetlerimiz için de kalbî amellerimiz aynı şeyi ifade etmektedir.
Kişiden güzel haller, güzel ahlâk ve güzel ameller sadır olabilmesi için nefsin de mutmainne derecesine ulaşması gerekir. Rabbimiz itminan olmuş nefise hitap etmekte ve ondan razı olduğunu bildirmektedir. Rabbimiz’in hoşnut olduğu kullar nefsi mutmainne derecesine ulaşmış kişilerdir.
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan etmiştir.” [Şems, 9-10] ayet-i celileleri, nefis terbiyesinin ne mühim bir iş olduğuna işaret etmektedir.
Kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmek hususunda kişi öncelikle bütün hallerinde Allah rızasını gözetmeli, Sünnet-i Seniyye üzere yaşamalıdır. İbadetlerini Rabbini görüyorcasına huşû ile vaktinde yapmalıdır. Haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınmalıdır. Çok zikredip çok tefekkür etmelidir.
Mahlukata şefkat ve merhametle muamele etmeli, hizmeti şiar edinmelidir. Gecenin kalbi olan seher vakitlerini gafletle geçirmemelidir. Salih ve sıddîkların sohbetlerine iştiyakla devam etmelidir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri k.s.: “Bizim yolumuz sohbet yoludur.” buyurmuştur. Kişi salihlerle beraberliği sayesinde dinin esaslarını, tasavvufu, adap ve erkânı, güzel ahlâkı öğrenip, yaşantısına yansıtma imkanı bulur.
Salihlerin hal yansımaları ile bilgilerin yaşanılması kolaylaşır ve hatta bir sevda halini alır. Kişinin nefsi ile cihadında en kestirme yol, dinin emirlerini samimiyetle yerine getirip, nehyettiklerinden şiddetle sakınmaktır. İstikamet üzere olmaktır. Bunu başaran kişi marifet ehli olur. Hakikate, kulluk makamına erişir.
Tasavvuf zannedildiği gibi bazı harikulâde haller yaşamak, kerametler göstermek değildir. Kur’an’a ve Sünnet ölçülerine uymak şartıyla harikulâde haller ve kerametler Allah’ın bir lütfudur. Ancak tasavvuf ehli bununla meşgul olmaz. Bilir ki bunlarla meşgul olmak gayeye ulaşmaya engel olur.
Kulun gayesi Allah Tealâ’dır. Tasavvuf ehli Kur’an ve Sünnet’e aykırı şeylerden şiddetle uzak durur. Bu yolun büyüklerinden Mevlâna Halid k.s. şöyle buyurur: “Bizim yolumuzun yolcusu, zahiren halk ile olup bâtınen Hak ile bulunandır.”
Rabbimizin tevfik ve inayeti ile…
S. Mübarek Erol
TASAVVUF NEDİR? KÂMİL MÜRŞİD KİMDİR?
Tasavvuf, İslam tarihinde ortaya çıktığı günden beri hiç gündemden düşmemiş, kıyamete kadar da düşmeyecektir. Çünkü tasavvufun konusu insandır, insan terbiyesidir. İnsan var olduğu müddetçe tasavvuf da var olacaktır.
Tasavvuf, kelime olarak Kur’an ve sünnette geçmez. Ama içerik olarak tamamen Kur’an ve sünnet esasları üzerine kurulmuştur.
Bu hâliyle tasavvuf yeni bir din değildir. O sadece dinin yeni bir üslup içinde sunulmasından ve özel bir usul içinde yaşanmasından ibarettir.
Gavs-ı Sani k.s. hazretleri “Dinde olmayan tasavvufta yoktur” buyurmuştur.
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.” (Yasin 21. ayet)
“Her insan topluluğunu imamları ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar. “ (İsra 71. ayet)
Tasavvuf terbiyesi, Allah ve Rasulünün (s.a.v) öğrettiği edep üzere kurulmuş manevi bir ahlak eğitim sistemidir. Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allahu Teâlâ’nın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir.
Tasavvuf, İslam dininin en kıymetli ilimlerinden ihsan ilmini öğretir, ihsan hâlini ele geçirmeyi hedefler, dinin hizmetçiliğini yapar. İhsan, kalbin gafletten uyanması, ilahi nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden arınması ve Yüce Allah ile huzur bulmasıdır. Kısaca ihsan Yüce Allah’ın dostu olmaktır.
‘Tasavvuf nedir?’ sorusunu, İslam’a girmeyen, Kur’an ve Sünnet ilmini gereği gibi bilmeyenlere sormak yanlış olur.
Bu soruyu İslam’ı, temel esaslarından öğrenip tasavvuf yolunu imar eden mimarlara sormak gerekir. Çünkü tasavvuf ayrı bir din değil, İslam’ın içinde bir anlayıştır. Bu yüzden tasavvufun mimarları onu binlerce değişik açıdan tanıtmışlar ve tarif etmişlerdir.
Bu tarifler, İmam Sühreverdî’nin (632/1234) tespitine göre bini geçmekte,[1] sufi âlim Zerruk’un (899/1493) ifadesiyle de iki bine ulaşmaktadır. [2] Bütün bunlarla anlatılmak istenen şudur:
Tasavvuf güzel ahlaktan ibarettir. Güzel ahlak, Allahu Teâlâ’nın edebi ile edeplenmektir. Bu, içi ve dışıyla Allah adamı olmak demektir. Bu güzelliği elde etmenin yolu, samimiyetle Allah’ın Sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) uymaktır. Ona uyan Yüce Allah’a dost olur. Allah’a dost olan kimse, dünya ve ahiretin şerefini bulur, ebediyyen kurtulur. Bu sonuç her insan için en büyük hedeftir.
Bu dostluğun ve güzel kulluğun merkezi ise kalptir. Onun için işe kalbin manevi terbiyesinden başlamak gerekir. Zira insanı, güzel kulluk gibi büyük bir davaya hazırlamak en mühim görevdir. Bu önemli görev her mümini yakından ilgilendirir. [3]
Kıssa
Cüneyd-i Bağdadi ks. Hazretlerine:
Tasavvuf nedir? Diye sordular; Bilmiyorum! Dedi ve sonra ilave etti;
Keremli bir kavim içinde, keremli bir zamanda, keremli bir kişiden, keremlinin izhar ettiği, kerem ahlâkı.
Tasavvufun Dindeki Yeri ve Önemi
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam âlimleri inceler. İbadetleri fıkıh âlimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Meşhur Cibril hadisinde belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır. [4]
Öyle ki, İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul eder. Yani olmazsa olmaz gibi şart koşar, ‘Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz’ der. [5]
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî k.s. ise şöyle buyurmuştur: “Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider.” [6]
İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) farkında olunmayan bu günahların kibir, kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir. [7]
Kıssa
Seyyid Kasım-ı Tebrîzî şöyle anlatmıştı: “Bir gün Mevlânâ Zeynüddin Ebû Bekir-i Tâyibâdî’nin meclisinde oturuyordum. O zamanın şeyhlerinden birinin bir müridi de oradaydı. Mevlânâ Zeynüddin ona, ‘Şeyhini mi daha fazla seversin, yoksa İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’yi mi?’ diye sordu. O mürid,
Şeyhimi daha çok severim’ deyince Mevlânâ Zeynüddin bu söze çok sinirlendi ve kızdı. Sonra üzüntüsünden kalkıp evine gitti. Ben orada oturup, kaldım. Bir an geçtikten sonra Mevlânâ Zeynüddin dışarı çıktı ve bana,
‘O müride çok kızdık ve yüzüne hoş olmayan söz söyledik; gel varalım, özür dileyelim’ dedi. Birlikte onun yanına gitmek için çıktık. Mürid yolda önümüze çıktı ve dedi ki:
‘Ben de sizden özür dilemeye geliyordum. O sözle neyi kastettiğimi arz eylemek istedim. Şöyle ki; bunca yıldır İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebindeyim. Kötü sıfatlarımın hiçbirinden kurtulamadım. Birkaç gündür şeyhime hizmet etmekteyim. Bütün çirkin huylarımı onun güzel himmetiyle bertaraf ettim. Böyle bir zatı İmâm-ı Âzam’dan daha fazla sevmemde ne sakınca olabilir? Eğer kitaplarda bu sevgi hoş değildir diye nehyetmişlerse ispatlayın, biz de sevgimizden vazgeçelim!’ Mevlânâ Zeynüddin o müridden özür diledi ve onu takdir etti.” [8]
İbn Acîbe el-Hasenî k.s. şöyle buyurmuştur:
‘’Hz. Peygamber’in s.a.v. usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr, kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’ [9]
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlâs lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hâkim’de şöyle ferman buyrulmuştur: “Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.“ [10]
Gavs-ı Sânî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Sadat’lar gözünü ne sağa ne sola diktiler. Allah’ın rızasına diktiler. Kendilerini kerem kapısında buldular. Sizde öyle yapın.‘’
Allahu Teâlâ, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz. Allahu Teâlâ bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur: “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.“ [11]
Âlimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir. Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. [12]
Tasavvufun Sistem Olarak Ortaya Çıkışı
Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler ve İslam’a yeni girenlerle İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla anlatmak ve yaşatmak için âlimler ve salihler büyük çabalar harcadılar.
Akaid âlimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri tespite, müfessirler Kur’an’ın tefsirine, dil âlimleri Arapçaya yönelip İslam’ın temel ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve Allah’ın izniyle bunda muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu alanda sarf ettiler. Bu arada, insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri geliştirdiler. Bu işte, Kur’an ve sünnet esaslarına dayandılar. Sahabe-i Kiram’ın uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler. Sohbet, muhabbet, vaaz, nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi güzelliklerle gönülleri fethettiler.
İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam âleminde görülen terbiye ocaklarını ve tasavvuf okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.
Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa; hâl, maneviyat ve kalp ilmi denilen ihlâs, feyiz, sevgi, ilahi aşk, gözyaşı, edep ve güzel ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak ve bizzat yaşanarak günümüze kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur’an, sünnet ve dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teâlâ, rahmetiyle, her devirde bu dinin hem zahirî ilimlerini, hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin âlemlere rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.
Necmeddin-i Kübrâ k.s. hazzretleri ise şöyle buyurmuştur: ‘’Tasavvuf yolu doğru yoldur. Üstelik yolların en yüce ve değerlisidir. Çünkü yollar gayesine göre değer kazanır. Tasavvuf yolunun gayesi ise Allah Teâlâ’yı tanımak ve Hz. Muhammed’in s.a.v. bildirdiği bütün hükümleri edeple uygulamaktır. Dolayısıyla bu yolda rehberlik eden kâmil mürşidler diğer yol gösterenlerin efendisi konumundadır. Zira kâmil mürşidler, Resûlullah s.a.v. Efendimiz’in ilminin varisleridir. Onlar Kur’an ve Sünnet’e göre amel eden kimselerdir. ‘’ [13]
Kıssa
S. Saki Hazretleri anlatıyor: Babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum. ‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler.
Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”
Bu manevi emanet bu kapıda Kur’an, Sünnet ve âdapla kalacaktır. Bunun için hep Kur’an’a, Sünnet’e ve yolumuzun adabına sarılmamız gereklidir. Bugüne kadar böyle gelmiştir. İnşallah bundan sonra da böyle devam edecektir. [14]
Gavs-ı Sanî k.s. “Sâdatlar, dini İslâm’ın içinden, en güzel takva üzere ne ise, adap olarak onu seçmişler” buyurmuştur.
Tasavvuf her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk, edeb ve muhabbet-i İlâhiyyedir.
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
İmam Rabbani k.s. “Bir mürşit terbiyesine girmekten maksat, hakiki imana ulaşıp ilahi emir ve hükümleri muhabbetle uygulamaktır” [15]
Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.
Menkıbe
Bir şâhid anlatıyor: Seyda Hazretleri İstanbul’daki hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yükselden bahsetti. Ben de, ‘’Çok yüksek âlim olduğunu söylüyorlar,’’ deyince: ‘’Evet, Hazretin tekkesinde yetişmiş, Şeyh Maşuk Hazretlerine yakın damat olmuş çok yüksek âlim, sen de ziyaretine git,’’ dedi.
İstanbul’a dönünce Molla Sadreddin Hoca Efendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında:
‘’Efendim, dünyada çok yüksek âlimler var, aynı zamanda mürşid-i kâmiller var. Bu ikincilere ayni mürşid-i kâmillere hüsnü teveccüh ve etraflarında cemaat daha çok, bunun hikmeti nedir?’’ dedim. Cevaben:
‘’Ben meşhur bir âlimim, bugün Beyazıt meydanına çıksam arkamda elli kişi zor toplarım. Ama senin şeyhin Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse, çevresinde yirmi-otuz bin insan toplanıyor. Bunun sebebi, hakikatte hidayete erdirici olan Allahü Teâlâ’dır, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed s.a.v.’e dahi: ‘’Yâ Habîbim! Sen istediğini hidayete getiremezsin,’’ buyurmuş. Şu halde, hidayet sahibi Allahü Teâlâ’dır. Yalnız Allahü Teâlâ bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret, bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi olur. İşte bu asırda senin şeyhinin eline hidayeti; Allahü Teâlâ koymuş, Resûlullah s.a.v. Efendimiz koymuş, bunun sırrı budur,’’ diye açıkladı. [16]
Seyyid Muhammed Raşid k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Allah dostluğu nedir iyi bilenler, bu yolun ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilirler.‘’
Hz. Mevlânâ k.s şöyle buyurmuştur: “Kâmil bir mürşidin elini tutmak, Allah’ın kudret elidir.”
Allah’ın kudret eli demek, Rabbü’l-âlemin’in gücü kuvveti ve azametine temsildir. Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) eli ise, insanlara uzanan bir ilâhî rahmettir. Bu el vasıtasıyla Allah Teâlâ, dilediğini diriltir veya öldürür. Peygamberler, kâmil mürşidler Allah’a hidayete sevkeden vesilelerdir. Rabbü’l-alemin’in insanlara özel ikramıdır.
Müridin kendisini şeyhe teslim etmesi, kendini Allah ve Resûlü’ne teslim etmesi demektir. Çünkü şeyh olan kimse Resûlullah s.a.v.’in halifesidir. Resûl/peygamber ise Allah’ın halifesidir. Şu halde şeyhin elini tutan, Resûlullah’ın elini tutmuş gibi olur. Allah’a teslim olmuş demektir. Müridler, şeyhlerin elini tutup tövbe/biat ederler, çünkü ashap da böyle yapmıştır. Resûlullah s.a.v. Efendimiz’e geçmiş hayatlarına tövbe ederek biat etmişlerdir. Müridin, mürşid elini tutması sünnet-i Resûlullahtır. Bunu bilmeyen tasavvuftan nasipsizler, ‘Bu da nerden çıktı?’ derler. Meşâyih/mürşid-i kâmiller, kavmi içinde enbiya gibidir. Müridin, şeyhin elini alması mübayaat/manevi alışveriştir.’’ [17]
Hucvirî k.s. şöyle demiştir: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece tasavvuf ve sûfi kelimesinin Kur’an’da bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı ve ahlakı inkâr ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlaklarını inkâr etmiş olurlar.” [18]
Hz.Mevlânâ k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Kılavuzsuz yol gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.’’ [19]
Gavs-ı Sânî ks. ise: ‘’Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tövbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile yönlendirmektir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik budur.‘’
Menkıbe
Anlatıldığına göre bir gün seksen üç yaşında bir zat, Seyyid Muhammed Raşid hazretlerinin meclisine geldi. Oradakiler, bu zatın bazı söz ve davranışlarını beğenmeyip tenkit ettiler. Bu zat şöyle dedi:
Ben bu yaşıma kadar dinin hiçbir emrini yapmadım. Aşırı derecede sarhoş olduğum bir gün, dostlarım beni buraya getirmişler ve Seyda hazretlerinin k.s. elini öptürüp banyo yaptırdıktan sonra caminin altına yatırmışlardı. Sabah uyandığımda, bilmediğim bir çevre ve tanımadığım insanlarla karşılaştım. Seyda hazretlerini k.s. gördüğümde, bir nurun ayak parmaklarımdan girip bütün vücudumu kapladığını gördüm. Bu nur beni o halimden bu halime çevirdi. Ben şimdi on yedi günlüğüm.
Evet… Evliyanın nazarı cezbeyi doğurur. Cezbede ilâhî aşk ve muhabbeti meydana getirir. Bundan sonra o kişi, Allah’a yöneldi, dinini öğrendi ve dinini yaşayan biri haline geldi. [20]
Ariflerde ilim amele, amel hikmete, hikmet marifete, marifet ilâhi muhabbete dönüşür. Kamil insan yeryüzünde Allahu Teâlâ’nın halifesi olduğundan, kendilerine, kullar ve kalpler üzerinde tasarruf yetkisi verilmiştir. Arifler Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin özel tecellilerine mazhar olmuşlardır. Bu sayede özel bir ilme, farklı bir kalbe, ayrı bir şahsiyete sahiptirler.
Müfessir Kad-ı Beydavî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ bazı kullarını diğer kullarını terbiye için halife seçmiştir. Aslında Yüce Allah’ın kendi işlerini gördürmek için bir halifeye ihtiyacı yoktur. Bunu sırf kullarına merhametinden yapmıştır. Çünkü her insan vasıtasız olarak ilahî feyzi alamaz, emirleri anlayamaz, kalbini manevi kirlerden arındıramaz. Kusur ve noksanlıkları buna mani olur. Bunun için bir vasıta gerekir. [21]
İmam Şârânî k.s. şöyle buyurmuştur: “Kamil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müritlerini güzel ahlak ile süsleyip, Allah ve Rasulünün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.” [22]
Onları görenler ve candan sevenler, sanki Rasulullah (s.a.v) Efendimiz ile karşılaşmış ve tanışmış gibi huzur duyarlar. Onların meclisine girenler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) saadetli yüzüne nazar etmiş gibi haz alırlar. Onların elinden tutanlar, Rasulullah Efendimizin (s.a.v) mübarek elinden tutmuş ve onu öpmüş gibi olurlar. Onlar her devirde ümmetin önünde edep önderi, takva imamı, irşat kutbu olmuştur.
Seyyid Abdulkâdir Geylânî (k.s), Seyyid Muhammed Bahâüddin Nakşıbend (k.s), Seyyid Ahmed Şehîd (k.s) Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî (k.s), Seyyid Muhammed Râşid el-Bilvânisî (k.s)… ve daha niceleri…
Bu büyükler gibi her devri süsleyen nice Muhammedî güller vardır. O güller, temiz gönüllere koku verirler. Onlar Yüce Allah’ın boyası ile boyanmışlardır. Onların gönlü ilâhi aşk ile doludur. O güllerin dallarından sevgi balları akar, hepsi dışa süzülmüş özdeki sevgiyi yayar.
Hz. Mevlana k.s. hazretleri diyor ya: ‘’Gül mevsimi geçince gül kokusunu nereden alacaksın? Şüphesiz gül suyundan!’’ [23]–[24]
Son olarak bu menakıb mürşid-i kamil ve tasavvuf terbiyesine güzel bir misal teşkil eder;
Akili bir zat ata binmişti. Uyumakta olan adamın ağzına yılan aktığını gördü. Yılanı ürkütüp kaçırayım diye atini sürdü, ama yılan adamın ağzından içeri girmişti…
Akılı süvari, yapılacak tek işin, yutana hissettirmeden yılanı çıkarmak olduğunu bildi. Hemen atini sürdü,kamcısını uyuyan adama öyle bir şiddetle vurdu ki, ilk vuruşta uyandırdı. Bir-iki daha vurdu. Adam kaçarak bir ağacın altına koştu.
Ağacın altında dökülmüş taze ve çürük elmalar vardı. Süvari bir kamcı daha vurunca adam elma ağacına kaçtı. Süvari “çürük elmaları ye!” diyerek vurmaya devam etti.
Dehşet ve korkuya kapılan adam çürük elmaları o kadar yedi ki, çıkaracak gibi oldu. Elmaları yiyen bağırdı,
“Ey emir, ben sana ne yaptım ki bana kahredersin? şurada ne güzel uyuyordum. Şiddetli kırbaçları ve çürük elmaları yemem reva mıdır? Eğer benim hayatımda, senin bana bir adavetin varsa, öldür de kurtulayım. Bu kadar zulüm olmaz ki ….
Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış senin yüzünü görmeyene ne mutlu.”
Sözleri bitmeden kamçıyı öyle şiddetle yedi ki, yeniden koşmaya ve elmaları yemeye başladı. Süvari, rüzgar gibi, adamın peşini bırakmadı, akıllı süvari adamı gece vaktine kadar koşturdu. Vaktaki çürük elmalar sıcak havada şiddetli koşma sonucu, midenin içinde çalkalana çalkalana şurup haline geldi, derken kustu ve kapkara yılanı da hortum gibi çıkardı.
Adam hayretle bir yılana baktı, birde süvariye. Yılanın kendinden çıktığını görünce süvarinin atının önünde secdeye kapanır gibi yere kapandı. O çirkin, kara yılanın muhakkak ölümüne sebep olacağını bildiğinden, kırbaçların acısı geçti, koşmanın yorgunluğu da bitti.
Şimdi ne yapması lazım? “Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış. Senin yüzünü görmeyene ne mutlu.” diyen adam şimdi ne yapacak?
“Sen hakikaten Cebrail(a.s) mısın, bana yetiştin.
Sen Hüda-iTeala’nın velisi misin ki Hızır (a.s) gibi yetiştin.
Sen, ben uyurken yılanın ağzıma girdiğini ne bildin? Çıkarmanın usulünü nasıl bildin ? Seni gördüğüm an hayatımın en mübarek saatiymiş.” diyerek pişmanlığını dile getirdi. Hazret-i Mevlana buyuruyor ki:
” Eşek, eşekliğinden kaçar, sahibi kurt, kuş yemesin diye merhametinden onu yakalamak için koşar”. Bu koşma, ziyandan koruma ve kurtarmak içindir. Hastalık artınca doktor ameliyat eder. Ameliyat çirkin bir şeydir. İnsanın vücudunu kesip biçerler.
Doktora:”zalimsin” diyemeyiz.
Doktor: “Sen ameliyat olmasaydın ölürdün.” der.
O zaman, o doktora yüzlerce bıçak helal olsun deriz. Bunu gibi, ağzından yılan çıkan adam pişmanlık içine girdi ve özür diledi:” Ey efendi, ey şeyh şah, önceki kötü sözleri cehaletim söyletti.” dedi.
Bizlere düşende budur. Pişmanlık içinde olup ALLAH’dan özür dilemeliyiz. Buna tövbe ve istiğfar denir.
[1] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s. 47
[2] Zerruk, Kavaidü’t-Tasavvuf, 3. (Kahire, 1989)
[3] Kaynaklarıyla Tasavvuf, Dilaver Selvi
[4] Arifler Yolunun Edebleri, S. Saki Erol
[5] İbn Acibe, İkazu’l-Himem, 21.
[6] İbn Acibe, İkazu’l-Himem, 21
[7] Abdülkadir İsa, Hakâik ani’t-Tasavvuf, 35.
[8] Reşahât, Mevlânâ Ali B. Hüseyin es-Safî, s.479
[9] Bahrü’l-Medid fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, İbn Acîbe el-Hasenî, s.2/317
[10] Ra’d suresi ayet-27-28
[11] Âl-i İmran suresi ayet-31
[12] Arifler Yolunun Edebleri, S. Saki Erol
[13] İmam Şa‘rânî, el-Envârü’l-Kudsiyye
[14] S. Muhammed Saki Erol, Hayat Dengemiz, 256.
[15] Mektubat,207. Mektup
[16] Hatme-i Hâcegân Sultanları, Muzaffer Taşyürek, s.237
[17] Mürşid ve Mürid Hukuku, Mehmet Ildırar
[18] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, 54.
[19] Can Kulağını Aç Hz. Mevlana’dan Özlü Sözler, Adem Sertel, s.240
[20] Kınacı, Seyyid Muhammed Raşid ve Hayatı, s.35.
[21] Beydavî, Envaru’t-Tenzil, I, 49-50. Ayrıca bkz: Şirbînî, es-Siracü’l-Münir, I, 25.
[22] Şaranî,, Levâkıhu’l-Envâr, 14. Aynı mevzûun geniş bir îzâhı için; bkz: Sühreverdî, Avarifu’l-Mearif, 10. Bölüm.
[23] ‘’Gülden murat Muhammed Mustafa s.a.v. Efendimiz, gülsuyundan murat ise mürşid-i kâmillerdir. Yani O’nun hakiki varisleridir.‘’
[24] Mürşid ve Mürid Hukuku, Mehmet Ildırar, s.617